20 Ağustos 2009 Perşembe

Oto-Park.Com... Yeniden.

Çok net hatırlamıyorum fakat, sanırım 2001 civarı tanıştım Oto-Park.Com'la. Sevgili Cenan'ın vasıtasıyla. Buradaki muhabbetlerin ne kadar tatlı, arkadaşlıkların ne kadar sağlam olduğundan bahsetmişti bana.

2000 öncesinde Superonline'a kadar dayanan bir geçmişi var Oto-Park.Com'un. Çekirdek kadrosu içerisinde bu site sayesinde birer arkadaşlıktan ziyade birer dostluk kuruldu - her ne kadar bazıları diğerleri kadar güçlü olamasa da. Seneler içinde kimi siteden koptu, yenileri katıldı, ama moderatörlerin şevkinin gitgide azalmasına paralel olarak aktif üye sayısı ve dönen muhabbetin tadı da gün be gün azaldı. Bundan 1,5 sene önce "Başkan" askere gittiğinde, arkasında aktif üyelerinin çoğunun ayrılarak kendi sitelerini kurdukları, geriye kalan bir elin parmağını geçmeyecek kadar otomobilseverin ayakta tutmaya çalıştığı bir forum bıraktı. Bazılarımız sürekli yaşanan didişmelerin ve zaman zaman çok tatsız bir hal alan kavga gürültünün sona ermesinden memnunduk, ama bunun bu şekilde gerçekleşmesini istemiyorduk.

Harika insanlar tanımamı sağlayan bu forumun 2007'de moderatörlerinden biri oldum. Bugünse yöneticisiyim. Sanırım bunu "bir hayalimin gerçeğe dönüşmesi" olarak nitelendirebilirim. "Sanırım" - çünkü bundan yaklaşık 2 sene önce, okulda dersleri dinlemek yerine defterlerimin arkasına OPC'nin ana sayfasının kafamdaki şeklini çizerkenki, aniden aklıma gelen fikirleri kalıcı kılmak adına fıldır fıldır geçirecek bir kağıt parçası ararkenki, katkıda bulunmasını arzuladığım insanlarla tek tek buluşup görüşürkenki ve bir gün sabaha kadar bu siteyle ilgili tüm fikirlerimi, daha da ötesi düşlerimi yazıya döktüğüm 11 sayfalık bir doküman hazırlarkenki... heyecanı taşıdığımı hissetmiyorum bugün. Büyük ölçüde hayatımın şu dönemindeki belirsizliğin verdiği can sıkıntısı ve bunalımdan kaynaklandığını bildiğim bu durumu, pek de önemsemiyorum. Artık biliyorum ki, bu şevki yeniden kazandığımda beni tutacak bir el olmayacak.

Blog maceram biraz kısa sürdü. Bu satırları okuyan sayılı insanlardan biriyseniz, kızmayın, darılmayın; çok daha fazlası gelecek, ve adresi belli:

Oto-Park.Com

7 Ağustos 2009 Cuma

Yeni Başlayanlar İçin And'ı Kullanma Kılavuzu

Başlık bi garip mi oldu ne?

Son birkaç senedir okumak ve izlemekle yetinmedim, okutmak ve izletmeye de yeltendim. Öyle ki, çevirdiğim izlenim ve karşılaştırmaların her biri ortalama 1000 kez okundu, YouTube kanalıma 350 kişi kaydoldu! Toparlamak gerekirse,


1. Modifiyem'de haber haricinde sürüş izlenimleri ve karşılaştırmalı testler de çeviriyorum. Kaynakların arasında Autocar, Auto Express (rubbish), Auto Zeitung, Drivers Republic (rocks!), CAR, Evo, Car & Driver, Motor Trend ve Road & Track gibi dergilerin siteleri var. Drivers Republic hariç hepsinin esas işi dergi olduğundan internet sitelerindeki yazılar oldukça zayıf oluyor. Fakat Drivers Republic, eski meşhur Evo ve Autocar yazarlarının (In Chris Harris We Trust) kurduğu internet tabanlı bir oluşum olduğundan, yazıları oldukça ağır fakat lezziz. Bir örnek olarak: Focus RS | Megane R26.R | Impreza STI. Çevirdiğim tüm testler ahan da burada:

Modifiyem | Test Sürüşleri

2. YouTube işi ciddiye alanlar için bulunmaz nimet. Ben henüz bulamadım ama bulucam, inanıyorum. 3 senede 65 video yükledim, bazıları (pek azı) benden, gerisiyse yukarda sözü geçen sitelerden alıntı. Kaynaklarımı çok sık kontrol ettiğim için, bu tür videoların siteye konmasıyla benim ordan indirip YouTube'e yüklemem arasında genelde en fazla 1-2 gün geçiyor, yani "tazelik" anahtar kelime. Bir de her çöpü yüklemiyorum tabii. En çok izlenen video (Autoblog sağolsun) Nissan GT-R | Porsche 911 GT3 | BMW M3 (ve ikinci bölümü) oldu; Chris Harris'in Autocar'daki son günlerinde kaydettiği hakikaten nefis bir çalışma. Diğer videolarsa şurada:

YouTube | tigrettin's channel


3. auto motor & sport, hani çayları koyan benim diye söylemiyorum, şu an Türkiye'nin açık ara en çok okunan otomobil dergisi - ki zaten başka dergi kalmadı gibi bir şey. Evo top attı, Car ve Autocar'sa artık iki ayda bir yayımlanıyor. Onların son satış rakamları da AMS'nin yarısından az (sayıları söylemiyorum çünkü hepimizinki komik, ah internet ah (klişemi seveyim)). Bu dergi mevzusuna başka bir zaman derinlemesine giricem, şimdilik diyeceğim o ki; arada güzel şeyler yazıyorum. Ağustos sayısında çift kavramalı şanzımanlar üstüne hazırlaması 3 ayımı almış bir yazının yoluna yoluna bahtsız kaza çevrilmiş (rakamsal olarak 1/4'üne indirgenmiş) türevini okuyabilirsiniz. O haliyle bile sağda solda kolay kolay ulaşamayacağınız enteresan bilgiler içeriyor, konuyla ilgilenenlere tavsiye.


Pek tabii öncelikle burayı takip etmeniz, bu ve bunun gibi platformlarda yediğim nanelerden haberdar olmanıza yetecektir. Dolayısıyla, önce hafif bir yemek yiyin, ardından derin bir nefes alın, ve sürün.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Ford Focus RS, ve biraz daha fazlası...

Yaşadığınız ülkeye yeni gelen, yalnızca bir tane bulunan (muhtemelen de öyle kalacak olan) ve yurtdışı medyada büyük gürültü koparmış 3o5 hp'lik bir spor otomobille bolca vakit geçirme ve daha da önemlisi onu kullanma fırsatını elde ettiğinizde, edindiğiniz izlenimleri alelacele aktarmaktan ziyade yazacaklarınız üstüne biraz daha fazla özenmeyi yeğeliyor, kafanızdakilerin biraz daha olgunlaşmasını bekliyorsunuz.

Yeni Ford Focus RS'in "özel"liği, gücünden ziyade temsil ve iddia ettiklerinden ileri geliyor. Evo'yla, STI'la karşılaştırılıyor ama anahtarı elinize geçtiği an hissettirdikleri çok başka. Hızlı bir otomobile binip adrenalin salgılamaktan ibaret değil burda mesele: bu, tüm zamanların en güçlü önden çekişli otomobili ve muhtemelen öyle kalacak. Öte yandan çoğu yazara göre en iyisi de - ancak ben Megane R26.R'ı tamamıyla pist odaklı oluşundan ötürü bir kenara itme konusunda onlar kadar emin değilim. En nihayetinde onu da kullanmam gerek, fakat kullanmış olduğum konu kahramanımız "günlük kullanıma uygunluk" konusunda beni pek ikna edemedi.

Focus'un direksiyonu başında yaklaşık yarım saat kaldım ve 3. vitesin üstüne çık(a)madım. Bu tecrübenin dışında dergiden Yalın ve Emre kullanırken, arabanın potansiyelinin yüksek bir yüzdesine şahit olmama yetecek kadar vakti sağ koltukta geçirdim. Arabanın ne kadar sert olduğu hemen dikkatinizi çekiyor. İlk tecrübem Yalın kullanırken sağ koltukta olmuştu ve açık ara bugüne dek bindiğim en sert otomobildi bu. Recaro'ların incecik minderlerinin de etkisiyle, zemindeki en ufak pürüzü direkt olarak iç organlarınızda hissediyorsunuz. Gecenin geç bir vakti E-5 üstünden Sefaköy'den Anadolu yakasına doğru ilerlerken, yol üstünde yapılan her türlü çalışmayı etüd etme fırsatı buldum. Bir de video çekmeye niyetlendim ki, çabalarım
shaker içindeki buz küpü misali kadrandan başka her yeri görüntülememle son buldu.

Direksiyonun başına kendim geçtiğimde - beklediğim üzere - ilkinden epey daha uysal hissettirdi. Sürat arttıkça düştüğünüz ufak tefek çukurları halen haddinden şiddetli iletiyordu ama öngördüğüm bozukluklardan önce makul bir sürate düşersem, kabul edilebilir olduğunu düşünmeye başlamıştım. Aslında buna bir açıklık getirmek gerek; sanki standart bir hot hatch'in yay & Koni'li hali gibi, ki bu şekilde geze(bile)n insan sayısı memlekette hiç de az değil. Dolayısıyla burda biraz görecelilik söz konusu fakat kendi adıma arabamın o hale gelmesinin kendi elimde olmasını tercih ederim.

Süspansiyonların ardından bir Ford klasiği olarak direksiyonun ne kadar direkt ve doğal çalıştığını farkediyorsunuz. İlginç bir şekilde daha evvel kullandığım Fiesta'nın direksiyonu beni daha bir etkilemişti, ki bunun sebebi muhtemelen hükmetmesi gereken beygir sayısının Focus'unkinin içte biri kadar olmasıydı. İçerde malzeme kalitesi ve işçilik seviyesini ister istemez (63.5oo € mu dediniz?) Audi S3'le karşılaştırdım - aslında bu karşılaştırma daha ilk kasisi içimde hissettiğim an başlamıştı. Sonuçsa bir Focus'la bir A3'e arka arkaya oturduğunuz vakit ortaya çıkmasını bekleyeceğiniz doğal sonuçla aynı, ancak Evo ve STI da bu otomobilin rakipleri kabul ediliyor ve haksızlık etmemek gerek, bu dörtlüde kabin kalitesi olarak rahatlıkla ikinci sıraya yerleşiyor.

Peki nasıl gidiyor? İlk iki viteste günümüzün 2oo-25o hp arası hot hatch'lerinden belirgin biçimde daha iyi değil, çünkü bu mümkün değil. Öncelikle ECU 44o Nm'lik azami torkun 80 Nm'sini ilk viteste, daha küçük bir bölümünü de ikincide şanzımanı korumak adına kısıyor. Evinizde dergileri karıştırır ve internette koparılan fırtınada savrulurken muhtemelen bu otomobilin Quaife kilitli diferansiyeli ve yaratıcı RevoKnuckle süspansiyon sistemi sayesinde "gücünü olağan hissettirmesini" bekliyorsunuzdur, ancak bu 1oo km/s'ye kadar pek gerçekleşmiyor. 2. vitesin hemen hemen sonuna denk gelen bu süratin altında Focus RS, önden çekişin sınırlarını çoktan aşmış bir yanlışlık gibi geliyor. Yanlış anlaşılma olmasın, kesinlikle zevk veriyor, fakat bunu modifiye bütçesi yalnızca motora ayrılmış bir ST gibi yapıyor. 2. viteste kısa bir viraja girin, gaza normalden biraz fazla, tüm o gelişkin teknolojisiyle önden kaymamasını ümit edeceğiniz bir miktarda basın, ve ön aksın üstüne binen 1 tona yakın yükün fizik kurallarına yenik düşüşüne şahitlik etmiş oluyorsunuz. O yarım saat boyunca devamlı olarak kendimi "neden seni AWD yapmadılar ki" diye hayıflanırken buldum.

Peki ya 3. vitesten sonra ne oluyor? Uçuyor. Nefesinizi kesiyor, torka ibadet ettiriyor. Sınırsız hissettiriyor, İstanbul'dan duraksızın İzmir'e kaç diyor (Ankara üstünden). Köprüden sonraki gişelerde KGS'yi okuttuktan sonra - normal şartlarda - Yalın'ın beni bırakmak için ilk sapaktan Beylerbeyi tarafına dönmesi gerekiyordu. Birinci vites bitti, ikinci vitese geçti ve sol ayağını debriyajdan çekip sağ ayağını gaza yerleştirmesiyle arabanın içinde '99 depremini yeniden yaşadık. İkinci vites bittiğinde sağ değil sol şeride doğru ilerliyor oluşumuzun bana düşündürdüklerini, Yalın'ın şevk dolu "seni sonra bırakırız" mırıltısı onadı. 3 bitti, 4, ve Altunizade sapağına yaklaşırken orta kuvvette bir frenlemeyle yeniden 2. Oldukça keskin olan bu virajda Yalın'ın dilinden dökülen "anlamsız" sözcüğü, benim sonraki sürüşümde kafamdan geçen ve az evvel ifade ettiğim düşüncelere paraleldi. Ardından bağlandığımız Kısıklı Caddesi'nden yukarı çıkarkense, yeniden ruhlarımızı teslim aldı. Birkaç dakika önce E-5'te, devamlı olarak 6. viteste ve 2500-3000 d/d civarında ilerlerken, en küçük gaz dokunuşuna dahi verdiği capcanlı tepkiler bir şeylerin habercisiydi ve bu yokuşta hepsi sırt kaslarım arasında gerçeğe dönüşüverdi. Motorun torku, esnekliği ve en üst devirlere kadar ürettiği itiş kuvveti tek kelimeyle muazzam.

Dersimiz yüksek hızlar, konumuzsa Focus'un bu hızlardaki becerileri. Emre'nin anlattıkları ve onun yanındayken gördüklerim, RS hakkında daha net izlenimler bıraktı. Arabanın sertliği, diferansiyeli ve ön aks geometrisi, düzgün bir yol ve yüksek süratle birleştiğinde gerçekten fark yaratıyor. 180 km/s civarındaki manevraları 100-120 km/s rahatlığıyla gerçekleştiriyor, güven veriyor. Kapasitesini ortaya koyuyor ve layığınının bu koşullar olduğunu, dar, eğri büğrü yollarda anlamsızca çekiş peşinde koşmak için yaratılmadığını yüzünüze çarpıyor. Siz de "ne yazık ki burası İngiltere değil" diye iç çekiyorsunuz.

Evet, 25.ooo £'e satıldığı ve yolların kaymak gibi olduğu bir ülkede, bu araba hakkında söylenen her şey doğru olurdu: Günlük kullanıma uygun, beklenenin ötesinde yol tutuyor ve onun da ötesinde hızlı. Lakin 63.5oo €'ya satıldığı ve Avrupalıların ancak koyun gütmekte kullanacakları kalitede yollar üstünde muhtemelen, aynı selefi gibi, ancak çok zengin birilerinin garajındaki bir diğer koleksiyon parçası olarak yerini alabilecek.

Son olarak, Emre'nin Focus RS hakkındaki - bir kısmı benimkilere zıt -düşünceleri, ve auto motor & sport'un Ağustos sayısındaki üç nesil Ford RS'i (Escort RS Cosworth, Focus RS Mk1 ve Mk2) bir araya getiren yazının çekimlerine dair iki video aşağıda. Keyifli seyirler...



4 Ağustos 2009 Salı

özgeçmiş

Otomobillerle olan ilişkim sanırım satıldığı gün arkasından gözlerim şişinceye kadar ağladığım rahmetli babamın yakut yeşili Mercedes W114 250 C'siyle başladı - 8 yaşındaydım. En küçük rahatsızlık vermeden 220 km/s ile bizi Edirne'ye götürüşünü hatırlıyorum. Aile otomobili hatıralarım, üvey baba tarafında bir 12 sedan ile iki 9 Broadway'den oluşan Renault serisiyle devam etti ve ilgimin artık iyiden iyiye yoğunlaştığı senelerde aldığımız '95 Toyota Corolla 1.6 XEI ile son buldu - kendisi şu ara 200.000 km'ye merdiven dayamış durumda. Abla tarafındaysa onun ilk arabası olan bir Fiat Uno anımsıyorum- otobanda çarptığı bir köpeğin şasisinde bıraktığı derin hasarla satılması bir oldu. Halefi bir Opel Corsa Swing'di, ki onun kadranı Çeşme-İzmir arasında 200 km/s'yi gösterirken, ben ablamın içindeki canavarı daha yeni yeni keşfediyordum. Seneler sonra üniversiteyi kazanma ödülüm olarak anahtarı önüme konacak olan otomobil, gümüş gri bir Opel Tigra, nam-ı diğer 'Tigrettin', 1997'de ablamın - Türkiye'deki - son, 2003'teyse benim ilk arabam oldu. Üstüne 8 milyara yakın (görsel mod'lar ön far ve stop lambalarından ibaretti) para harcayıp elimde 153 hp’lik dinamometre çıktısıyla hoplaya zıplaya forumlarda koşturduğum, 4 sene sonra tam 100.000 km'deyken 10 milyara sattığım, çıkardığı sorunlarla ve şahsi kaşıntılarımla beni Atatürk Oto Sanayi'nin manevi evladı haline getiren bu araba, modifiye anlayışından otomobil kültürüne kadar beni pekçok açıdan ıslah etti. Halen kullanmakta olduğum '02 Renault Clio II RS phase 2'yi 2007 Haziran'ında İzmir'den kapıp Yalova vapurunda üst kattan izlerken ve Çevreyolu'nda evime doğru güm güm atan kalbim eşliğinde sürerken, ikinci kez mutluluktan ağlamanın neye benzediğini tecrübe ettim - ne tesadüftür ki sebebi gene bir otomobildi.